Düşünün, ülkede işsizlik artıyor, ekonomi yerle bir olmuş, halk huzursuz. İnsanlar gelecekten umutsuz, değişim istiyor. Derken biri çıkıyor, güçlü konuşuyor, “Memleketi ancak ben kurtarırım” diyor. Kalabalıklar coşuyor.
Bu kişi önce sistemin içinden geliyor, görev alıyor. Bir şekilde başa getiriliyor. Ama hâlâ tam yetkisi yok, çünkü anayasa var, parlamento var, muhalefet var. Hepsi birer engel…
Sonra bir kriz patlıyor: Meclis binasında bir yangın! Tabii hemen bir iç tehdit bulunuyor. “Dış mihrakların maşası”, “devlet düşmanları”, “milletin birlik ve beraberliğini bozanlar” derken temel haklar askıya alınıyor. Basın mı? Susturuluyor. Muhalefet? Ya hapiste, ya sürgünde…
Derken bir yasa çıkarılıyor. Hani şu meşhur “yetki yasası”. “Geçici” tabii, “olağanüstü şartlar” gereği… Bu yasayla artık tek kişinin imzası her şeyden üstün. Ne anayasa kalıyor, ne kuvvetler ayrılığı.
Ve sonra partiler “kendiliğinden” kapanıyor. Zaten halk da böyle istiyor deniyor. Medya zaten tek ses. İtiraz edene “hain”, “dış güçlerin adamı” deniyor.
Seçim mi? Oluyor elbette. Ama sandığa gitmeden kime oy vereceğiniz zaten belli. Kampanya dönemi “propaganda değil, hakikat mücadelesi” adı altında yürütülüyor. Kimse cesaret edip karşısına çıkamıyor.
Bu arada lider, artık “halkın iradesini” doğrudan temsil ettiğini söylüyor. Yasaları o yazıyor, o uyguluyor, o denetliyor. Tabii hâlâ her şey “hukuka uygun”, “yasa çerçevesinde”.
Sonuç? Tek parti, tek adam, tek ses…
Yok canım, aklınıza bir şey gelmesin.
Ben sadece 1933 Almanya’sından, Hitler’in iktidara geliş sürecinden bahsediyorum.
Ama insan ister istemez düşünüyor…
Tarih gerçekten tekerrür eder mi?